Profesör Onur Bilge Kula’nın 24 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet gazetesi kitap ekinde, Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabı üzerine yayınlanan makalesi modern yazarımızın romancılığını Schiller’in aynı adlı eseri üzerine kurduğunu bize anlatmaktadır. Kütüphaneler genel müdürü olan profesörün yazdığına göre Orhan Pamuk bu kitabıyla ‘Siz nasıl bir yazarsınız?’ sorusuna yanıt vermek istemiş, böylece saf ve düşünceli olduğunu ima etmiştir. Bunun üzerine profesör, Orhan Pamuk’un çocuksu masumiyetini ve doğallığını övmüş, onun zihniyetinin saflığından söz etmiştir.
Schiller’e göre her hakiki dahi saf olmak zorundadır, saf değilse dahi değildir. Onu dahi yapan etmen saflıktır.
Peki, Orhan Pamuk saf mı?
Kitabında dünyayı batılı zengin ülkeler ve batı dışı yoksul, kapalı, yarı-kapalı ülkeler (s.33) olmak üzere ikiye ayıran, Amerikalı yazarlara imrendiğini açıkça söyleyen yazarımız (s.110), yirmili yaşlarda Schiller’in yazısını ilk okuduğunda saf bir yazar olmayı kuvvetle istediğini ama o zaman bunun gerçekleşmesi çok zor bir ideal gibi göründüğünü yazmaktadır (s.143).
Demek ki, yazarımız yirmili yaşlarda saf değildi.
Yine kitabında, o zamanlar saf bir ressam olduğunu ve bunu anlayarak resmi bıraktığını anlatmaktadır (s.18). Yani kendi ifadesiyle yirmili yaşlarda hem saftı, hem değildi. Kuvvetle saf olmayı istiyordu ve saf olduğundan resmi bırakmıştı. Ayrıca o sıralar saf olmanın kendisine çok zor göründüğünü de ifade etmektedir. Eğer sevimli yazarımız saflığı bir şapka gibi kullanmıyorsa, bu karmakarışık sözlerin tek bir açıklaması olabilir.
Orhan Pamuk resim yaparken safsa, resmi bıraktığında bekaret gibi saflığını yitirmiş olmalı. Çünkü romancılık yıllarının başında kuvvetle saf olmayı istemesi ancak böyle açıklanabilir.
Bir de modern yazarımız, çocukluğunda resim yaparken kendini olağanüstü mutlu hissettiğini, resmi bırakmasının mutlu olmakla ilgili bir karar olduğunu anlatmaktadır (s.90). Yani yazarımız mutlu olmak için mutlu olmayı bırakmış. Ne tuhaf değil mi? İnsan figürünü resmetmekle arası pek de iyi olmayan İslam kültüründen geliyormuş (s.89). O sıralar gerçek anlamda bir resim sanatı yokmuş. İnsanlar bu sanata ilgisizmiş. İstanbul’da resimlerinin içine giremeyecek kimseyi bulamayacağını sezmiş (s.77).
Konuyla ilgili satırları dikkatle okuyalım.
‘23 yaşımdayken yedi yaşından beri içimde taşıdığım ressam olma isteğini bırakıp roman yazmaya başladım. Bu geçişi mutlu olmak ile ilgili bir karar olarak yaşadım. Çocukluğumda resim yaparken olağanüstü mutlu olurdum. Ama bu zevk o yaşlarda birdenbire ve hiçbir zaman tam olarak anlayamadığım bir nedenle kesildi. Sonraki otuz beş yılda roman yazarken aslında resme daha çok ve daha doğal bir yeteneğim olduğunu düşündüm. Resim yaparken daha çocuksu ve saf, roman yazarken daha yetişkin ve düşünceli hissettim kendimi. Romanları sanki yalnızca aklımla yazıyor, resimlerimi sanki yalnızca yeteneğimle yazıyordum.’ (s.90)
Bu satırlar hiçbir yoruma yer bırakmıyor. Roman yazarken çocuksu olduğunu söyleyen yazarımızın (s.55) aslında çocuksu olmadığı ortaya çıkıyor. Bir yeteneğinin olmadığı da. Çünkü sadece aklıyla yazan birinin yeteneğinden söz edilemez. Resmi bırakmasının sebepleri üzerinde ise ayrıca durmak gerekir.
Orhan Pamuk, ‘Saf olduğumu anladığımdan resmi bıraktım’ demekte (s.18), o zamanlar saflığı olumsuz anlamda kullandığını itiraf etmektedir (s.19). Ama kuvvetle saf olmayı istediğini, bunun gerçekleşmesi çok zor ideal olduğunu da söylemektedir (s.143). Yani saflık onun için aynı anda hem olumsuz, hem olumlu bir şeydir.
O halde bu sözlerin anlamı nedir? Yoksa saflık dediği şey enayilik mi? Enayilikse neden bize onun bir ideal olduğunu anlatmaktadır ?
Resmi bırakmasının sebebi resimlerinin satılmaması endişesi olabilir mi? Öyleyse saflık dediği, satılmayacağını bile bile resim yapmaya devam etmesidir. Demek yoksul kalsaymış, bu mutluluğundan eksiltirmiş. Bu yüzden resmi bırakması mutlu olmakla ilgili bir kararmış.
Ancak böyle olduğunda her şey mantıklı bir şekilde yerine oturmaktadır. Çünkü insan daha büyük bir kaygı duymadan kendisine zevk veren şeyden vazgeçmez. Demek ki, zengin olma hırsı yazarımızın yeteneğine baskın çıkmış. O da ruhunu şeytana satmış. Nitekim romancılıkla elde ettiği serveti düşündüğümüzde bunun çok isabetli bir karar olduğunu anlıyoruz. Yeteneğini heba edip yıllarca içinde taşıdığı özlemi bastırarak, doğanın yap dediğini yapmayarak kendine en büyük kötülüğü yapsa da, amacına ulaşmış, sonunda Orson Welles’in Yurttaş Kane’i gibi zengin olmuş.
Yani Orhan Pamuk’u büyük servetinden başka mutlu edecek bir şey yok ve yazdıklarından kendisi de memnun değilmiş demek ki. Bunu nereden mi anlıyoruz? Resim yaparken duyduğu zevk ve mutluluğu roman yazarken duyduğunu söylememesinden.
Ben inanıyorum ki, Orhan Pamuk fakir, yetenekli bir ressam olarak kalsaydı, şimdi yeteneksiz ama zengin bir romancı olduğundan çok daha mutlu olurdu. Sonuçta yetenek dediğimiz, doğanın bize bir hediyesidir. Biz sanatçılar o hediye için her türlü eziyete dayanır, yoksulluğa katlanırız. Çünkü tanrısal olan her şeyin dünya katında bir bedeli vardır. Dünyayı seçen karşılığını dünyada, gökleri seçen karşılığını göklerde alır.
Anlaşılmama korkusunun gerçek bir sanatçıyı yolundan alıkoymayacağını düşünürsek şunu diyebiliriz: Eğer Orhan Pamuk gibi düşünselerdi, dünya şimdi sahip olduğu pek çok dâhiden yoksun kalırdı. İyi ki, onun gibi düşünmemişler.
Demek Nobel ödüllü yazarımıza göre Van Gogh çok saf olmalıydı. Çünkü maruz kaldığı ilgisizliğe, resimlerinin içine girecek kimseyi bulamamasına rağmen hayatı boyunca resim yapmaya devam etmiş. Romancı olmaya kalkmamış.
‘Her seferinde daha az çalışmak ya da aç kalmak şıklarından birinin seçmem gerektiğinde ben hep aç kalmayı tercih ettim. Sanat uğruna her şeyimi yitirdim’ diyen Van Gogh gibi dâhilerin hayatlarında ne büyük fedakârlıklarda bulunduklarını bilmeden yeteneğine karşılık bir ücret ummak, ancak bedeli ödenirse onu icra etmek, sonuçta yeteneği bankadaki mevduatla bir tutmak değil midir? Tabiatın kendisine bahşettiği yetenek için ‘Bunun bir karşılığı olmalı’ demek müthiş bir açgözlülük değilse nedir?
Bundan Nobel ödüllü yazarımızın para için her şeyi yapacak tıynette biri olduğunu açıkça anlıyoruz. Bir de kalkıyor, masumiyetin müzelik olduğunu söylemek istercesine müze kuruyor; eskicilere düşmüş masumiyeti bitpazarından satın alıp bir camekân ardına yerleştiriyor, sonra onu her on beş lira verene bir vitrinden seyrettiriyor. Başkalarına bize doğallığından söz eden yazılar yazdırıyor. Aldığı ödülleri göstererek ‘Ben bir dahiyim’ demeye getiriyor. Öyle mi acaba?
Profesör yazısında Schiller’e dayanarak ‘Dahi aptaldır’ diyor; oysa Orhan Pamuk yaptıklarıyla aptal olmadığını bize pek çok kereler göstermiştir. Yani sırf bu sebeple bile olsa onu dahi olarak niteleyemeyiz.
Ayrıca profesör makalesinde Schiller’in aydınlanmanın yazarı olduğunu söylemiş. Şimdi buradan yola çıkarak Orhan Pamuk’u da aydınlanmanın bir yazarı saymak mümkün mü yani? Bundan saçma bir şey olur mu? Sanırım bu düşünceme Orhan Pamuk’un kendisi, hatta profesör de hak verecektir.
Peki, iddia ettiği gibi düşünceli mi? O da şüpheli. Çünkü yazarımız, aklın aynı anda dokuz tane iş yaptığını söylemekte, nedense kendi aklında bu dokuz işin her biri bir diğeriyle çelişmektedir. Anlatayım.
Orhan Pamuk saflığı Schiller’e dayanarak çocuksuluk olarak benimsiyor, sonra yaptığı işten çocuksu ama saf değil diyerek hem kendisiyle hem Schiller ile çelişiyor. (s.55)
Önce bize saf olduğunu iddia eden yazarımız, roman yazarken saf olmadığını ama çocuksu olduğunu söylüyor. Çocuksuluğu saflık olarak tanımlıyorsa bunları nasıl birbirinden ayırıyor? Velhasıl, çocuksu olduğu anda bir sürü hesap kitap yaptığını, bu sebeple saf olmayı bir kenara bıraktığını ifade ediyor (s.56). Bir çocuğun elinden böyle ince hesaplamalar yapmak gelir mi? Ama daha sonra roman yazarken kendimi fazlasıyla yetişkin hissettim diyor (s.90). Yani Orhan Pamuk kendi ifadesiyle saf ama saf değil, çocuksu ama çocuksu değil, bu başı sonu birbirini tutmaz sözleri önümüze sürdüğüne göre düşünceli hiç değil.
Peki, iyi bir romancı mı? O da şüphe götürür; çünkü romancılığı aynı anda hem saf hem düşünceli olmak diye tanımlayan yazarımız (s.15), daha sonra yazmanın çocukluktaki saflığın tam tersi bir durumu gerektirdiğini söyleyerek kendi düşüncesini çürütüyor (s.56). Yazarken bütünüyle saf olmadığını anlatırken aynı anda hem saf hem düşünceli olamadığını itiraf ediyor.
Demek ki, Orhan Pamuk romancılık işini beceremiyor. Hem de kendi modern tarifine göre bile. Kitabının başında saf olduğunu, ortasında bütünüyle saf olmadığını, en sonunda hiç saf olmadığını yazıyor.
Ama nasıl biri olduğunu soranlara, kendisi için ideal durumun hem saf hem düşünceli olmak olduğunu söylüyor (s.144). Bu yolla saf olmadığı halde kurnazca kendini öyle gösteriyor; içine düştüğü çelişkileriyle bizi aklından şüphe ettiriyor.
Ardından daha ileri gidiyor. Schiller saflığı dâhiliğin vazgeçilmezi sayarken o karakteri daha iyi yaratmak için yazarın saf yanını unutup düşünceli yanını ortaya çıkarması gerektiğini yazıyor (s.60) ve kitabın sonunda öyle bir noktaya geliyor ki, artık saf halden bütünüyle uzaklaşıp düşünceli olmayı telkin ediyor (s.130).
Yani önce saf olduğunu iddia eden yazarımız bir süre sonra saflığa karşı hücuma geçiyor. Böylece Schiller’in söylediğinin tam tersini ispatlıyor. Schiller’i bir marka gibi kullandığını, onu yanında çanta gibi taşıdığını, ondan sadece bir etiket, şık bir ambalaj kâğıdı gibi yararlandığını, fikirlerini onunkilerle cilalayıp parlattığını göstermiş oluyor. Sonunda da bütün kurnazların içine düştüğü çukura düşüyor. Onu o çukurdan çıkarmak bizim profesöre kalıyor.
Merak ediyorum; kitabında küçük bir çocuğun bile fark edeceği çelişkileri şu yaşlı başlı kütüphaneler genel müdürü fark edemedi diyelim. Harvard Üniversitesindeki konferans sırasında kendisinin de ağzından çıkanı kulakları duymadı. Peki dinleyicileri de mi fark edemedi?
Bize kalırsa dinleyicilerin bu hali ancak Orhan Pamuk bunları anlatırken onların uyumalarıyla açıklanır. Batılı yazarımız bir sihirbaz gibi okurlarını uyuttuğuna göre neden onları da uyutamasın. Sihirbaz diyorum; çünkü Orhan Pamuk sevenler onun balon gibi şişirilmiş cümlelerini bayıla bayıla okuyabilirler; ama ben ona hayran olunmasını yine de büyü, sihir dışında hiçbir şeyle açıklayamıyorum.
İnsan böyle ağır toplantıların havasını dağıtmak için arada bir espri yapar. Dinleyicilerine duyduğu saygıyı onlar karşısında neşeli olarak belli eder. Hele kendinden söz eden birinin alçak gönüllüğünün işareti olarak dinleyenlerini birazcık güldürmesi şarttır. Ama o bir an bile ciddiyetten ayrılmamış. Bir cenaze töreninde konuşur gibi uzun uzun kendini anlatmış. Üstelik ne bir nükte savurmuş, ne de cinaslı bir söz etmiş. Açıkçası kendinden bahsederken bu kadar ciddi olmak ayıptır. Bir de Balzac’ın, Stendhal’ın yüz elli yıl sonra unutulup gideceklerini garanti etmiş. Bu şekilde onlardan daha modern olduğunu ima etmiş. (s.107).
Orhan Pamuk kitabının sonunda kimi dinleyicilerin kendisine ‘Orhan bey siz saf bir romancı mısınız? Yoksa düşünceli bir romancı mı?’ diye sorduklarını yazmakta (s.144), bu da her şeye rağmen kimilerinin uyumadığını, konferansın sonuna kadar gözlerini açık tutmayı başardıklarını ortaya koymaktadır.
Peki, onlar yazarın içine düştüğü çelişkileri fark edemediler mi? Eğer bu soruyu sırf kendisiyle alay olsun diye sormadılarsa şu ihtimal öne çıkıyor:
O uyanık dinleyiciler, karşılarındakinin batı dışı yoksul, yarı-kapalı bir ülkenin milli yazarı, modernlik budalası yerel bir romancı (s.33) olduğunu düşündüler. Batılı yazarların böylesi çelişkilere düşmeyeceğini en başta Orhan Pamuk’un kendisi kabul edeceği için de onun bu hatalarını doğulu bir yazara hoş gördüler. Bu fikrime Orhan Pamuk da hak verecektir. Çünkü bütün batılıları harika, zengin ve çok akıllı bulan yazarımız, onlara sersemlik yakıştıramayacağı için onlar yerine kendisinin sersem olmasını kabul edecektir. Ne de olsa batı dışı bir ülkeden geliyor.
Bundan kendini yarı batılı, yarı doğulu sayan (s.143) Orhan Pamuk’un hiç de batılı olmadığı, tamamen doğulu olduğu gibi feci bir sonuç ortaya çıkmaktadır ki, bu felaket onun dilinde sıradan, vasat bir yazar olmakla eşdeğerdir.