24 Kasım 2011 tarihli Cumhuriyet gazetesinin kitap ekinde Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabı üzerine Profesör Onur Bilge Kula’nın makalesi yayınlandı.
Aynı zamanda kütüphaneler genel müdürü olan profesör, bu makalesinde bir edebiyat bilimcisi sıfatıyla, Orhan Pamuk’u en yükseklere çıkarmış, adeta dahi mertebesine oturtmuş. Yazarımızı Bakire Diana’ya benzetmiş, onu dünya denilen binanın arkasında duran bir tanrı gibi görmüş. Biz bugüne kadar ondan hiç sarı renkte bir şey elde edemesek de, onu düpedüz altın yumurtlayan tavuk yerine koymuş. Sonra hızını alamamış, kalbinde idealin ateşinin nasıl yandığından dem vurmuş, onun saf ve düşünceli olduğunun kesin olduğunu açıklamış, beriki de hiç alçak gönüllük göstermeden buna onay vermiş.
Velhasıl, makale bu çeşit sayıklamalarla devam ediyor, o kadar ki, sevgili profesöre göre Sayın Bay Orhan Pamuk’u doğanın koruyucusu olarak ilan etmek bile mümkün.
Kısaca bu başı sonu birbirini tutmaz yazı için söylenecek tek şey var:
Belli ki, Orhan Pamuk, Schiller’i anlamamış; ama profesör her ikisini anlamamış. Nitekim biz de onun karmakarışık makalesinden bir şey anlamıyoruz.
Öncelikle Orhan Pamuk’un saflığına kavuştuğu tarih konusunda büyük bir karışıklık olduğunu söylemeliyiz.
Çünkü ünlü yazarımız, kitabında Schiller’in aynı adlı eserini bundan otuz yıl önce okuduğunu, o zaman kuvvetle saf bir romancı olmayı istediğini, ama bunun gerçekleşmesi çok zor bir ideal gibi göründüğünü yazmış. Yani değerli yazarımızın anlatımına göre kendileri bundan otuz yıl önce saf değillerdi.
Profesör ise her şeyi bilen bir tavırla ve üniversite kürsüsünden konuşur gibi, ‘Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabını okuyanlar Schiller’in aynı adlı yapıtını bundan otuz yıl önce derinlemesine irdelediğini kuramsal bakımdan içselleştirdiğini ve edimsel olarak yazınsal üretimine yansıttığını göreceklerdir’ demiş.
Yani profesör onun otuz yıl önce Schiller’in eserini okuduktan hemen sonra saf olduğunu çok mantıklı bir şekilde iddia ediyor.
Acaba bu mucize ne zaman gerçekleşmiş? İsa’nın göğe yükseldiği tarih bile biliniyorsa, bu da bilinebilir elbet. Tarihçiler bu meseleye eğilseler de işin doğrusunu öğrensek.
Demek profesörün onu saf olarak ilan ettiği tarihte yazarımız daha saf değildi ve yirmili yaşlarda sahip olmadığı saflığa otuz yıl sonra ellili yaşlarda kavuştu.
Acaba bu ikili, saflığın bekâret gibi bir şey olduğunu bilmiyorlar mı? Bence bu herkesin üzerinde düşünmesi gereken önemli bir mesele. Ayrıca profesör, Orhan Pamuk’un öz zihniyetinin doğruluğundan ve çocuksu masumiyetinden söz ediyor ki, yaltaklanmanın böylesi görülmüş, duyulmuş şey değil!
Schiller, safların kralların sarayında bile çobanların dünyasında rastlanılan bir içtenlik ve masumiyetle davrandığını yazıyor; bundan da Pamuk’un yirmili yaşlarda sahip olmadığı içtenlik ve masumiyete zengin olup da kendisine bir villa satın aldıktan sonra kavuştuğunu ortaya koyuyor.
Demek Nobel ödüllü yazarımızın bir çoban gibi içten masum olması için onun bir kral sarayında oturmasını beklemek gerekiyormuş. Yani yoksulken ona sırt çeviren tanrı, o zengin olduğunda yüzüne gülmüş. Bu size Nasrettin hocanın kürk giyince kıymeti artan adamla ilgili fıkrasını hatırlatmıyor mu?
Ayrıca sonradan dahi olmanın mümkün olduğunu da kütüphaneler genel müdürü sayesinde öğreniyoruz. Şöyle ki: Schiller, dahiliğin tanrı vergisi olduğunu, dahiyi dahi yapan etmenin saflık olduğunu yazıyor.
Profesör, Orhan Pamuk’u saf ilan ettiğine, o da yirmili yaşlarda henüz saf olmadığını itiraf ettiğine göre, kendisi Nobel almakla kalmamış, tanrı tarafından dâhilikle de ödüllendirilmiş. Yani milyoner olduktan sonra tanrının seçilmiş kulluğu makamına da atanmış.
Ne var ki, dâhilik saflıksa, saflık da çocuksuluk anlamına geliyorsa, bundan iyi kalpli yazarımızın yaşlandıkça çocuklaştığı sonucu çıkıyor ki, o zaman biz yazarın yirmi yıl sonraki halini düşünmek bile istemiyoruz.
Alın size çözülmesi gereken bir başka problem daha.
Ayrıca, Orhan Pamuk, Schiller’e dayanarak romancılığın aynı anda hem saf, hem düşünceli olma işi olduğunu açıklamış. Daha sonra roman yazarken kendisinin yarım saf olduğunu, çünkü bir hesap adamı olduğunu, bununsa çocukluktaki saflığın tam tersini gerektirdiğini söyleyerek bir çuval inciri berbat etmiş.
Demek ki milli yazarımız roman yazarken azıcık saflığını da yitiriyor, sadece pot kırarken saf oluyor. Çünkü profesör, Pamuk’un değerlendirmesi uyarınca, ‘Saf yazar, sözlerinin düşünsel ve ahlaki sonuçları üzerine kafa yormaz, başkalarının düşüncelerine ve yargılarına aldırmaz’ diyerek onun bugüne kadar kırdığı bütün potları haklı çıkarmayı üstüne almış.
‘Dahi, duygularla davranır, onun akla düşmeleri tanrı vergileridir’ diye yazmış. Dahi kelimesiyle Orhan Pamuk’u işaret ettiğine göre, Pamuk’un bizi kızdıran bütün sözleri de böylece tanrı vergileri olmuş oluyor. Ne iyi değil mi?
Bu nasıl iştir ki, Orhan Pamuk yazarken, kafamızın saf yanını unutup düşünceli yanını ortaya çıkarmamız gerektiğini söylüyor, bizim inatçı profesör hala onun saf ile düşünceliyi bütünleştirdiğini yazıyor?
Yazmak onun deyişiyle saflığın tam tersi bir hal gerektiriyorsa, o zaman ‘Yazar saf olmalı’ diye bir şart koşmak da neyin nesi? Bu düpedüz deli saçması değil mi?
Açıkçası yazarımız aynı anda birbirine zıt iki şey isteyerek bizi aklından şüphe ettiriyor. Bu şekilde Schiller’in söylediğinin tam tersini ispat etmesine rağmen profesör hala ‘Pamuk, Schiller’i çok doğru özümsemiştir’ diye yazıyor. Öbürü de kalkmış ‘Schiller’i her okuyuşunda, ona daha bir hayran olduğunu, hatta coşku duyduğunu’ anlatıyor. İnsan karşı çıktığı, anlamadığı birine nasıl hayran olur, kafam almıyor doğrusu?
Schiller’e sahip çıkar görünürken üzerinde tepiniyorlar, fikirlerini elbise gibi ters yüz ediyorlar. Emeği boşa giden profesör ise makalesinde bin bir zahmetle kurmaya çalıştığı binayı Orhan Pamuk’un tek bir sözle nasıl yıktığını görmeden, hala Orhan Pamuk’un romancılığını Schiller’in ortaya koyduğu ilkeler ışığında sağlam temeller üzerine kurduğunu yazıyor.
Peki, Orhan Pamuk’un dahi olmadığı anlaşıldığına göre yine de aldığı ödülü hak edecek kadar yetenekli olduğunu söyleyemez miyiz?
Bu soruya cevap vermek için değerli aklımızı yormayalım. Bunun yanıtını kitabında kendisi veriyor.
Düşünceli olduğunu kanıtlamaya çalışan yazar, başta bize çocuksu olduğunu söylüyor. Elbette Orhan Pamuk’u sevimli, şirin bulanlar onun çocuksu olduğuna inanabilirler. Daha sonra otuz beş yıllık romancılık hayatında, aslında resme daha çok ve doğal yeteneğinin olduğunu, kendini resim yaparken daha çocuksu ve saf, roman yazarken daha yetişkin ve düşünceli hissettiğini söylüyor. Romanları sadece aklıyla yazdığını, resimleri sadece yeteneğiyle yaptığını açıklıyor (s.90).
Şimdi, sadece aklıyla yazan birinin çocuksuluğundan söz edilemeyeceği gibi yeteneğinden de söz edilemez. En başta bu kitabın asıl fikriyle de çelişir sanırım.
Şöyle ki:
Orhan Pamuk’un aklı yani düşünceli yanı, romanın planını yapmak diye tarif ettiğini, işin şiirsel yaratıcılık kısmı için saflığı, çocuksuluğu kastettiğini hatırlarsak onun bu sözleriyle kurmaya çalıştığı iki ayaklı yapının çöktüğünü söyleyebiliriz.
O halde insanın sonunda çürüteceği bir fikri böyle uzun uzun savunmasının ne anlamı var? Neden kalkar da söylediğinin tersini ispat etmek için bir kitap yazar? Yayınevinin editörleri bu kitabı okurken uyumuş mu? Elbette o paragrafın (s.90) kitaptan çıkarılması gerekiyordu. Hiç olmazsa eser bu kadar tutarsız olmazdı. İçindekilerin boş gevezelik olduğu ortaya çıkınca, açıkçası bu kitabı okumak için bir sebep kalmıyor. Elbette böylesi laf kalabalığı dinleyeni budalaya çevirir. İnsan işin özünü önce fark edemez ve överse ancak bir enkazı över. Nitekim profesör de temelleri sağlam diye göklere çıkardığı kitap çökerken, kendi makalesinin gümbürtüye gittiğini göremiyor.
Acaba bu körlük sadece ona mı mahsus, yoksa bu Orhan Pamuk’un diğer hayranları için de söylenebilecek bir şey mi? Çünkü böylesi çelişkileri görmemek için sersem olmak gerek. Ya da Nobel ödülünün Nasrettin hocanın fıkrasındaki zengin kürkün yarattığı etkiyi yaratmış olması mümkün mü? Yoksa bu menfaat karşılığı yazılan bir yazı mı?
Bize kalırsa, Orhan Pamuk kendisine saygısı varsa, derhal roman yazmayı bırakmalı ve resim yapmaya başlamalı. Çünkü aldığı ödül büyük olduğu için dalkavukları da onun yeteneğini abartmaya ihtiyaç duyuyorlar. Böylece onu aldatıyorlar. Nitekim ısmarlama yazı gibi duran profesörün makalesi tam bu amaçla yazılmış gibi görünüyor. Pamuk’un saf ve düşünceli olduğunu söylemekle işe başlıyor, ama yazı onun hiç de öyle olmadığının anlaşılmasıyla son buluyor.
Bu yüzden eğer bu makale Cumhuriyet gazetesinin kitap ekinde menfaat karşılığında yayınlanmamışsa gülünçtür, menfaat karşılığında yayınlanmışsa ayıptır.